September 18, 2010

Balığa Yer Bırakmalı


Foça

Deniz fasulyesi dedi - oysa ki ben deniz börülcesi istemiştim. O da geldi sonra - karar veremedim hangisi daha güzel; ikisi de dedim kendi kendime.. İkisi de çok güzel. Balık sonra gelsin, önce ne var ne yok bir bakalım. Dedikleri kadar mı sahiden Foça'nın balıkçıları... Evet dedikleri kadar... Kimdi ki diyen. Sevgilim.

Kavunları da güzel, peynirleri de... Rakısı da güzel, buzun tıngırtısı da... Ama en güzeli balığın uzaktan gelen kokusu. Bir denizden geliyor, canlı canlı, tuzlu tuzlu... Bir de ızgaradan; mezeler sonraya da kalabilir dedirtiyor. Tüm masalara göz gezdiriliyor. Hikayeleri yeniden yazılıyor, bu bunun sevgilisi kesin.. Şu da şunun gizli aşkı. Ya bu? Haaa o mu - o henüz söyleyemedi sevdiğini ama adam kızdan çok da büyük - belki parası içindir sadece kızın aşkı.. Parası için aşk.. Kirletti yazımı.. Olmaz öyle aşk, ona da pragmatist bir tanımlama yapalım, alan da memnun sanki satan da...

Balıklara yer kalma problemi nadiren çözülür ki o akşam unutmuşuz yer bırakmayı. Geldi ızgara karagözler, tekirler. Yersizlikten demedik "biz almayalım". Aldık. Ama itiş kakış, tepiştirerek... Yerken keyfini çıkardık. Sonrası kendine kızma halleri işte. Demek ki, balık için gerçekten yer ayırmak gerekiyormuş. Hatta belki mezelerin önüne geçmeli balık, sonra yavaştan mezeler sohbete eşlik etmeli. Foça'da bunu öğrendik. Deniz fasulyesini de öğrendik, yedik... Afiyetle..

Tatil = Aşk


Yalıkavak

Islakda kalabilmek lazım gece boyu. Bikiniyle çamaşır yer değiştiriyorsa gece gündüz, o tatil değildir. Su, çok yakınında olmalı. Ayakların hep çıplak, sinekler sinir bozucu olmalı. İşte bunun adı tatil. Kafanın fişi çekilmiş, eldeki kitap tuzdan ve nemden buruşmuş... Yanındaki adam uykuya dalmış, üstünü örttüğün havlu üç beş saat önce adamın altındaki şezlongta serili olmalı. İşte bu da aşk. Aşk ve tatil bir aradaysa - işte bunu unutma sakın, bunun da adı huzur. Tatile giden çiftler aşıktır. Aşık olmayanlar sadece izne çıkar. En topluklu ayakkabılar ayakları sıkar, en ütülü gömleklerin kolları kıvrılır - bunun adı yıllık izin dostlarım maalesef tatil değil. Ve maalesef aşık değilsiniz ve birbirinizle konuşacak konunuz olmadığı gibi, susacak kadar yaşanmışlığınız da yok ilişkinizde.

Tatil için bir oteldeydik. Çok ama çok eskiden kalma, bir hanmış, o çok eskilerde. Müzik gıdıklama kıvamında, koku burun delirtiyor... Sabah yaptığım kahvaltı hiç bitmese yine de fark etmeyebilirdim öğlen pidesinin vaktinin geldiğini. Öyle huzurlu, öyle düşleri tekrar hatırlatıcı, öyle "hayatta ne yapmak istiyorum" sorusunu kırmadan üzmeden kendi kendine sordurucu. Yine çok tanıdık; ne mi o - evet koku... "Eski" mi burnumun en tanıdığı... Belki ya, burnumun kişisel tarihi benden çok eskiye uzuyordur. Eski taş kokusu ruhumun kim bilir kaç göçünden hatıralar taşıyor bugüne... İşte yine taş - taptaş bir otelde "neydim ben", "kimdim bundan önceki hayatımda" diye sorabilirken yanında şunu da sormayı ihmal etmedim - "ne olacak bu halim, ne yapsam da şimdiki kadar huzurlu olsam para kazandığım hayatımda"... 

İş - Tatil - Aşk - Yıllık İzin - Hayatını Gözden Geçirme - Karar Verme Hevesi.... Chopin çalabilen bir oteldeyim, Hande Yener, Serdar Ortaç değil. Okuduğum kitaplar beni mutlu ediyor bu mevsimde. Bir de gazetesini katlamadan okuyan sevgilim. Varsın işim içimi kemirsin, bir gün "alıp çantamı gidecemmmmm" fantezimi de uygulamaya koyaCAMMM...

Mahrem


Alaçatı

Mahrem - ne güzel, ne temiz bazen. Bazen de açıvermek perdelerini evinin, sesinin, merakının... Bir akşam üstüydü ulaştığımızda rüzgarlı köye. Bahçesinde peynirli zencefilli kurabiye ve limonata ikram edilen otelde karar kılmak zor olmadı. Taş kokusu, ne hoş - alabilene... Geceye kadar yapılanlar, yenilenler, içilenler çok da mühim değil - bir an evvel rüzgar sesini anlatmalıyım. Gece... Açık pencerede kapatılan perde hafiften kıpırdıyor. Öyle uçsuz bucaksız bir manzaraya açılmıyor zaten, havalandırmaya bakan camları açık tutmak demek tepeden gelecek rüzgarı duymak demek. Ve de duyulmak demek. Kadife perdenin arkasında olanlar da mühim değil; rüzgarın sesi uyku zamanı duyuldu zaten, ona gelmek istiyorum. Uğultu değil, bir vurma ve geri çekilme efekti. Belli işte vuran şey tek hamlede vurmuyor, güçlü ama süren bir yumuşaklıkta. Pat değil yani paaaaatttt.... Öyle vahşi öyle doğanın kendisine ait öyle uyku bölen. Kanatlı değil ya pencere, olsa o da vuracak. Bir dantel tül havalanıyor, onu da mahremiyet görevi üstlenen kadife perdeler kesiyor içeriden. Hafif eski bir koku vuruyor burnuma. Tanıdık, ama unutulmuş. Sanki çocukluğuma ait. Bulamadan uykuya dalıyorum tekrar. Uyandığımda henüz sabah değil. Ramazan davulu saat hakkında 2 saat geri, 2 saat ileri olabilecek 4 saatlik herhangi bir dilimde vuruyor olabilir. Saati aslında hiç merak etmiyorum ama uyanıyorum yine. Rüzgar durmamış, başka odaların içine de dolmuş, başka bedenleri de titretiyor. Perde sapasağlam, uyurken istediğim kadar savrulabilirim. Taş bir otelin en çok da kahvaltısı için sabırsızlanıyorum. Az kaldı... Bir dahaki uyanmanın hemen sonrasında...

Otel TaşMahal

Bizim Mutfaktan Süper Cafe Olur


Gümüşlük
  
Eve de alsak bunlardan bir tane. Bir cafeye gelmiş gibi olsak bizim mutfakta. Çeşit çeşit peynir, bolca üzüm ve incirle servis edilse. Şarabın kırmızısı rağbet görür benim nezdimde. Kadehler de kocaman olacak. Peynire dalsak, şarabın devamı var nasılsa biter mi diye hiç düşünmesek.. Öğlenden başlayıp, geceye çıksak takıldığımız sohbetten. Tabii ki ekmekler sarmısaklı, patates püresinde de kıyılmış yeşil soğan ve dereotu bolca. Şarapla bence gitmez ama istemiş işte birileri kayısı, şeftali, kavun... Tamam, meyve de var ama raconu şöyle şarap içerken - kayısılar rondolanmış içine taze nane ve badem atılarak - şeftali hafiften vodkayla yıkanmış çok değil ama, misafirimiz şarap - kavunsa bir kaç dal fesleğenle denenir ilk kez o akşam. Yeter ki damağımız kırmızının uzağına kaymasın. Ezilmiş peynirden daha acısı, ufalanmış cevizden daha kurusu olmamalı. Yavaştan hava kararınca  (e cafeye dönüştürdük ya bizim mutfağı) müzik de biraz kararmalı. Belki senin Buika cdleri belki Mariza belki de yeni keşfedilmiş şaraplık bir kısık ses. Çatal bıçak yenilensin, tabaklar tazelensin. Bir sigara üstü kuru incir közlensin ızgarada, içi cevizle doldurulsun. Hayır kahve vakti değil ama bu kadar benim şaraplık yerim diyenler her zaman çıkacaktır, olsun. Sakızlı kahve favorim şu günlerde, geçen hafta hazelnut, belki gelecek hafta aromasını kendim yaparım. Tamamen serbest çağrışımlı, freni patlamış bir sohbet. Böylesi dağılmışken konu en güzel cips üstü labne gider, kırmızı pul biber isteğe bağlı. Yemek yok mu diye sorana bir kötü bakış atılır. Kadehine ekleme yaparken biraz da salatalık - elma sirkesi - karabiber - halka soğan - tuz karıştırılır ve uzatılır ana yemek niyetine. Neydi bizim mutfakta kural - azar azar çok kez çok çeşit... Uzun uzun... Cafe yaptık burayı - ki sohbetler de yeme içme kadar uzun olsun. Kapanış şöyle geniş ekran - evine gidebilecek durumda olanlara bir bardak su ve hoşça kal... Kalanlara battaniye, yastık, havlu, çarşaf ve iyi geceler...  Sabah kahvaltı kesinlikle açık havada yapılmalı, evden kaçar gibi çıkmalı. C vitamini, sedergine, bol su yeni günün mönüsü...

Karar Anı İşkencesi


Gümüşlük


Hayat bir kaç kez kıvrım yapar, kavşaklar ve yol ayrımlarıyla sürprizlenir ya hani... Keşke hiç olmasa, hep başladığı gibi sürüp gitse.  Alışkanlığın rahatlığı neyde var başka? Rutinin huzuru, tahmin edilebilirin konforu... Basit ve sıradan şaşkınlıklara eyvallah - biten zeytinyağıyla tedbirsizliğe ahlanmak kadar olmalı şaşırma sınırı. Ya da güpegündüz seyrettiğin filme dalıp gitmeli zihin. Öyle bir dalmalı ki akşam olmuş çoktan, ne çabuk geçmiş şaşırıp kalmalısın.

Sevmem ben öyle karar anlarını. Hangisi daha iyiyi, ölçüp biçmeyi, artıları-eksileri teraziye koymayı. Ya iyidir ya kötüdür.. Neden hep, karar anında iki seçenek de değerlendirilir... Gitmeli mi kalmalı mı; kabul etmeli mi etmemeli mi; evet mi demeli hayır mı demeli... Bu kadar netken soru, cevap vermek her ikisine de açlık köpüren bir işkence oluyor, neden?

Gürültülü ruhumuzu damıtıp kalan ne kadarsa artık, onu da alıp karar vermelerden uzağa kaçalım diyorum - sen ne dersin? Sabah kaçta uyandığımızın önemi olmayan bir yere... Bu kadar işte - tek şartım...

Gümüşlük Özledim Seni


Gümüşlük

Hiç dönmemiş olabilirdik. Masada salata yeni gelmiş.. Balık arkasından... Ama önce rakı. Havada tuz uçuşuyor, bir tek ben görebiliyorum. Rakı bardağımın içi şıngır şıngır. Salataya geçmeden bir sigara yakıyorum. Acelemiz yok, her şey en ağır haliyle işlemekte içimize. Akşam yavaş gelmekte, deniz yavaş yavaş titremekte.

Evet, dönmemiş olabilirdik. Balık tabağımızda buhar bırakmış, soğansa kırmızı bir leke. Koşup gelen bir köpeği beslemişiz. Ekmek dayanılmaz çıtırlıkta. Börülce ne güzel bir şey, deniz kokulu... Dönmeyin, kalın bur'da diyen bir tabak kalamar. Gümüşlük özledim seni...

U2


Yes, Bono was in Istanbul... Yes, U2 was wonderful... Yes, the concert was breath taking... Yes, traffic was terrible... Yes, everybody was there... Yes, the show was amazing... Yes, I was waiting for that night for years... Yes, we were happy... Yes, Bono and U2 forever :)
Related Posts with Thumbnails